Beş Soru, Beş Cevap yazı dizisi, yazdıkları basılmış, ya da televizyonlarımızda yer etmiş yazarlara ulaşıp sorduğumuz beş minik sorudan ve onların verdikleri cevaplardan oluşmakta. Bu haftaki konuğumuz ise Dave Justus.
Dave Justus, Amerikalı bir çizgi roman, hikaye ve oyun yazarıdır. Yazdığı çizgi romanlar arasında aynı isimli oyundan temel alınarak yaratılan The Wolf Among Us, ve Public Relations bulunmakta olup; bu röportajı yapan bendenizin ayıla bayıla oynadığı Lifeline, Lifeline 2: Bloodline, Lifeline: Silent Night ve Lifeline: Halfway To Infinity oyunlarının altında da imzası vardır.
1 – Tek kelime bile yazmanızın mümkün olmadığını hissettiğiniz durumlarda kendinizi nasıl cesaretlendiriyorsunuz? Yoksa o anın geçmesini mi bekliyorsunuz?
Dürüstçe? Genellikle kendimi cesaretlendirmek konusunda berbatım. Aşağıya bakıp (muhtemelen sonsuz) karanlığı görmek benim için yukarı bakıp deliğin kenarının hemen üstümde olduğunu ve oradan çıkmam için hiç çaba sarf etmemem gerektiğini fark etmekten daha kolay. Pozitif ve üretken kalmak benim için çok zor.
Profesyonel bir yazar olduğumdan beri, hedefimi günde 2000-3000 kelime civarında belirledim. 14000 kelimeyi devirdiğim bir gün vardı. Sıfırı vurduğum ya da eski kısımları düzenleyerek negatiflere düştüğüm çok, çok gün oldu. İdeal olarak anlattığım hikayeye, inşa ettiğim dünyaya ve yarattığım karakterlere duyduğum sevgi beni cesaretlendiriyor. Nihayet sekiz yaşından beri yapmayı istediğim işi yapıyor olduğumun farkındalığından cesaret alıyorum, ve bunun nasıl bir ayrıcalık olduğunu, ve bir saniyesini bile boşa harcamamam gerektiğini hatırlamaya çalışıyorum çünkü her an bitebilir.
Kesinlikle hayranlardan cesaret alıyorum, bana yazdığım bir oyunun veya çizgi romanın onları etkilediğini söylemelerinden — özellikle onları da bir şeyler yazmaları için teşvik etmişse. Bazı günler, kulağa ne kadar paragözlük gibi gelse de, ev kredimi ödeme ihtiyacından cesaret alıyorum. Ve bazı günler, hiç cesaret bulamıyorum. Ama bu ilhamların — ve yokluklarının — bir karışımı genellikle beni yazmaya devam etmem için yeterince dengede tutuyor.
2 – Yazma süreciyle ilişkilendirdiğiniz bir şarkı var mı, mesela hikayedeki belirli bir nokta için belirli bir şarkı? Eğer varsa, bizimle paylaşabilir misiniz?
Pek çok yazar gibi ben de enstrümental şarkılar dışında bir şeye yazmayı imkansız buluyorum; öteki türlü sözler yazdığım şeye karışıyor. Bazı zamanlar bunu istiyorum, ve gerçekten de Kate Bush şarkılarından (“Rubberband Girl”) ya da Leonard Cohen albümlerinden (“Songs of Hate”) bütünüyle hikayeler kurduğum oldu… Ama genel olarak sadece enstrümental eşliğe ihtiyacım oluyor. Bu pek çok post-rock, ambiyans, elektronik ve soundtrack şarkı biriktirmeme, ve belli modlar için günler boyunca süren playlistler oluşturmama yol açtı.
Bunun yanı sıra, yazarken diğer her şeyden daha fazla dinlediğim iki albüm var. Biri, Brian Eno’nun Ambient 1: Music For Airport’u, 1978 tarihli ambiyans olarak etiketlenmiş ilk albüm. Eno’nun eserlerinin çoğuna sahibim, Roxy Music günlerinden çılgın rock albümlerine, onlardan David Byrne ve Robert Fripp’le ortak işlerine, ve Eno’nun yazarken arkada çalınabilecek, saatlerce süren çok güzel enstrümental eserleri var. Ama Ambient 1 gerçekten kafamdaki bir yerlerin kilidini açan anahtarlar gibi geliyor kulağa, her dinlediğimde.
Şimdiye kadar en çok döndürdüğüm albümse, Trent Reznor ve Atticus Ross’un Ejderha Dövmeli Kız soundtrack’i. (Vokali olan) İlk ve son şarkıları listeden çıkartıyorum, ve bütün duygu aralığını yürüten üç saatlik bir atmosfer kalıyor geriye. Bu albüm arkada çalarken iki roman, iki oyun ve sayısız çizgi roman yazdım. İlk Nine Inch Nails single’ından beri Reznor’ın da fanıydım, ve ortaya koyduğu her eserden büyüleniyorum, çok fazla enstrümental ve soundtrack eseri üretti, ama bu her zaman geri döndüğüm şey. Rahat, bir kar yığınında uyumak gibi.
3- Gece geç saatlerde yazmak mı yoksa gündüz mü?
İdeal olarak, bir iş gibi davranmak — neticede bu, gerçekten, benim işim — ve iş saatlerinde yazmak. Ben genellikle geç uyuyorum, o yüzden buna bir 10-6 iş günü de diyebiliriz, eğer hatırlarsam bir öğle yemeği arasıyla — genellikle hatırlamıyorum. Bunun yanında, neredeyse hiçbir zaman 8 saatin tamamını yazarak geçirmiyorum. Genellikle ilgilenilecek yönetim işleri var, sosyal medya ve işin parçası olan ama hikaye anlatmakla alakası olmayan diğer şeyler. Ayrıca, değişik formatlar değişik yorgunluk eşikleriyle geliyor: Nedeni bilinmez, çizgi romanları, oyun yazabildiğimden daha uzun süre yazabiliyorum.
(Bunların hepsi bir teslim tarihi geldiğinde camdan uçup gidiyor. O zaman, gece yarılarına kadar yazıyorum, tam gaz devam ediyorum ve hiçliğe yığılmadan önce o çılgın 14000 kelimelik hedefleri vuruyorum.)
Günlük bir işim olduğu ve onun etrafında yazdığım dönemde, hep gece yazardım. Kalkıp günü yaşamak ve günün kirini gece bilgisayar başında oturarak atmak zorunda olduğumu hissederdim. Gündüzlerimin kiri genellikle ağız suyuna ve deodoranta ihtiyaç duyardı.
4- Hikayeden önce karakteri mi yaratıyorsunuz, yoksa karakterden önce hikayeyi mi?
Her zaman karakterle başlarım. Karakterleri dinlemek ve hikayeyi nereye götürmek istiyorlarsa oraya götürmelerine izin vermek klişesini kullanmaktan nefret ediyorum, ama genellikle olan bu. Aklımda uzun zamanlı bir plot olduğu zaman, bu çok serbest ve ani değişikliklere açık oluyor; çünkü benim için karakterlerin kim olduklarına sadık olmaları, A noktasından B noktasına gitmek için kendilerini çılgınca eğip bükmelerinden daha önemli.
Eğer bir karakter sadece hikayedeki bir olayı gerçekleştirebilmek için karakteriyle ilgili bildiğimiz her şeyle tutarsız davranıyorsa, belki de o hareketi yapmak için doğru karakter değildir. Ya da hikayedeki olay yanlış yöne gidiyordur. O noktada, hikayeyle ilgili temel bir sorun vardır ve — klişe zamanı! — karakteri dinlemek size o sorunun ne olduğunu, ve nasıl çözeceğinizi gösterecektir.
5- Genç yazarlara söylemek istediğiniz şeyler var mı?
Kendim için yaptığım en yararlı şey — hem kariyerim, hem de bir yazar olarak kişisel gelişimim için — bir yazar grubuna katılmaktı. Dört kişilik bir gruptuk (bence dört ya da beş doğru sayı), ve ben en genç ve en tecrübesizdim. Ama düzenli bir buluşma tarihimizin olması (iki haftada bir buluşuyorduk) belirli bir teslim tarihim olduğu anlamına geliyordu. Promptlardan yazmak (bazen böyle oyunlar oynar ya da alıştırmalar yapardık) bana editörlük görevlerinde deneyim kazandırdı. Yazılarımın başkaları tarafından sesli okunması (bu kısım çok önemli) bana tiklerimi, uzayıp giden cümlelerimi, nerede denizleri dolduracak diyaloglara özellik eklemem gerektiğini ve — arada bir — neyi doğru yaptığımı gösterdi, ki sonuncusu büyük bir heyecandı.
Ve bu, oradaki en iyi olmayı istememi sağladı. Daha fazla denememi sağladı. Daha zekice okumamı sağladı. Neyi neden sevdiğimi, ve ilgimi kaybettiren şeylerin neden ilgimi kaybettirdiğini gösterdi. İlk defa basılmamı sağladı. Bir yabancının yazma partnerim ve en iyi arkadaşım olmasını sağladı. Bütün hayatımı değiştirdi.
Genellikle yazmayı yalnız bir iş olarak düşünürüz, ve zamanın %99’unda öyledir. Ama bağlantılar kurmak, konuşmak, denkler — ve daha iyisi, sizin olduğunuzdan sadece biraz daha ileride olan — insanlar bulmak, yalnız bir yolculuğu tanıdığınız en iyi insanlarla dolu bir partiye çevirebilir.
<< Röportajın Orijinali İçin Okumaya Devam Ediniz >>
1. How do you encourage yourself to write in the moments where you feel like you cannot possibly write a single word? Or do you wait for that moment to pass?
İlk Yorumu Siz Yapın